27 Ocak 2016 Çarşamba

FITRAT

kölesin arkadaşım. hem de en modern olanından. elinde ister iphone tut, ister sabah aldığın kahveyle işe gel.

hiç boşa afra tafra yapma. ben bu şirkette bilmem kaç yıldır çalışıyorum, şu kadar yıl kariyerim var havalarına girme. dediğim gibi kölesin!

ister patron şirketinde çalış, ister kurumsal bir şirkette, her türlü birilerinin iki dudağı arasında kaderin. küçülmeye gidersiniz, performansın düşer, kar yağar, fırtına çıkar. gün gelir bir şekilde kendini kapı önünde bulursun.

o yüzden patronundan önce iş arkadaşlarına iyi geçin. kimseye yüksekten bakma. iş arkadaşın da köle sonuçta. demiş miydim, sen de kölesin. hem de en moderninden...

ama kimse de seni ezmesin. kölesin dediysek o kadar da değil. laf sokulmasına izin verme, ezdirme kendini. git kafasını patlat demiyorum ama sen ipleri bir kere verirsen mobbing'ci müdürüne, zaman içinde bir bakmışsın ki karakterinden, kişiliğinden ödün verip ezik bir şeye dönüşmüşsün...

hiç bana şu kadar yıl kariyerim var deme. sabah belli bir saatte iş yerinde olmak zorunda mısın? x saatini o sikik ofisinde geçirmek zorunda mısın? hah işte onu diyorum ben de... kölesin.

kendini belli saat karşılığında pazarlıyorsun bile diyebilirim. kızma hemen, senin tabirinle "namusunla" pazarlıyorsun.

herkes biliyor. 8-10 saat mesaide dolu dolu en fazla 3 saat çalışıyorsun.

sabah kaymakamlığa da gitsen, notere de gitsen, hastaneye de gitsen, kem küm ederek birilerini arayıp izin alıyorsun. hiç boş yere hafta sonu 2 gün tatilim var, maaşım yüksek deme. yüksek maaş alıyorsun ama karşılığında bir daha geri gelmeyecek zamanını veriyorsun...

o yüzden çok havalanma arkadaşım çevrene karşı... 

iş arkadaşını evindeki eşinden, çocuğundan, anne babandan fazla görüyorsan ciddi bir sıkıntı var demektir.

belki sen de farkındasın bu sıkıntının ama sesini çıkaramıyorsun çünkü işsizlik oranı yüksek. yerine birini bulurlar düşüncesi var...

anlaşılan bu işin fıtratında var.

bir şekilde ne yap ne et bu kokuşmuş düzenden kurtulmaya bak

11 Mart 2014 Salı

zehra..aşk zehra

Aşk dediğin hiç olacak zaten, hiç olmayan şey aşk mı olur(!). Aşk dediğin şeyin bir kelime ile karşılığı, birkaç kelime ile tarifi mi olur. Kifayetsizliğimizin telaffuzudur ‘aşk’ diye yazılan, yazıldığı gibi okunan 3 harfli ses. İster Şems ol, ister Hayyam; ister dünyadan gel, ister yabandan; ister şu hayatı yakalayan ol, ister ıskalayanlardan, herkesin meramı bir. Yoluna yoldaş, ruhuna ruhdaş, hayatına eş, aşkın herhangi anlamından birine aşık arar dururuz. Erebilirsek o mertebeye, gün gelir aşk dediğimiz şeyin içinde hiç, hiç dediğimiz şeyin içinde aşk oluruz.
Sanır mısın, aşk dediğin sonradan olma, bir bakıştan doğma. Aşkı arıyorum diye çıktığın her yol, kendi derinliklerine giden yoldur. Ne demiş üstat Şems: “Ne yöne gidersen git, doğu, batı, kuzey ya da güney, çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır.” Bu yüzden değil midir, aşk sana dünyaları verir. Dünya içimizdeyken, aşk nasıl dışarıda olsun, bizden ayrı dursun. Ne demiş üstat Hayyam: “Sevgili, seninle ben pergel gibiyiz, iki başımız var bir bedenimiz; ne kadar dönersem döneyim, çevrende er geç baş başa verecek değil miyiz?” Ama illa ki aşk olsun; açalım ki şu gönülleri iki anka kuşu konsun.

tüm kadınlara ithafen

Merhaba, ben Fulsen. 32 yaşında bir kadınım. 14 yıldır tam zamanlı çalışan, emekçi bir kadınım. Sağ olsun “Pizzacı” bile bugüne özel 5 TL’lik kalp şeklinde pizza promosyonu ile Dünya Kadınlar Günümü kutladı. Bilenler bilir, ben kadın kimliğimi 21 yaşıma kadar reddettim. Sıfatlarımın arasında cinsiyetimin yer almasını gereksiz bulup, eş dost sohbetlerinde östrojenime su katıldığını iddia ettim. Kadın olmayı sevmem ise 30+ yaşlarımı buldu.

1998 yazı. Çok sıcak bir yazdı. Ben her yaz olduğu gibi, Istanbul’un sayfiyesi sayılan bir beldede tatil günlerimi geçiriyordum. 16 yaşında sorunlu bir ergendim. Büyük isyanlarım vardı, her ergen gibi. Şimdi hayranı olduğum pek çok yazarı henüz okumamış, kendimi bulduğum o filmleri henüz izlememiştim. Yine de hayata dair sorulacak pek çok soruyu sorduğuma ve kati yanıtlarını bulduğuma  emindim. Bir ay sonra lise son olacaktım, sonra üniversite sınavına girip Istanbul’u kazanacaktım. 

Bir de erkek arkadaşım vardı, o yaz. Yaz aşkı dediklerinden. Aşık mıydım, değil miydim, bilemiyorum; o zamanlar aşkın ne olduğundan habersizdim. Ama adı yaz aşkıydı işte, dinlediğimiz şarkılardan öyle öğrenmiştik. Ben, benim yaşlarımdaki kuzenim ve ikimizin ‘bir yazlık’ erkek arkadaşları ile aslında pek de fena sayılmayacak bir yaz geçiriyorduk. Denize giriyorduk, saatlerce sahil boyunca yürüyorduk, bir yandan hayallerimizi konuşuyor bir yandan kimsenin bizi anlamamasına isyan ediyorduk ve gizli saklı yerlerde öpüşüyorduk. İkisinden biri babasının arabasının anahtarını çaldı mı, çok uzaklaşmadan hava kararana kadar arabayla geziyorduk. Arabayla gezmek çok fiyakalıydı o zamanlar ama bizim hava kararmadan eve girmemiz gerekirdi ve kimseler görmesin diye aşağı mahallede veda ederdik birbirimize.

Çok sıcak bir yazdı. Yine bir öğleden sonra, beldenin yaslandığı dağın üzerindeki piknik alanına gitmiştik araba ile. Doğan görünümlü Şahin’in motoru eve dönerken su kaynattı. Kuzenimle erkek arkadaşı motoru soğutmak için su bulmaya gittiler. Biz de arabanın arka koltuğunda oturmuş onları bekliyorduk ve tabii ki öpüşüyorduk. Cinsellikten anladığımız tek şeyin öpüşmek olduğu yıllardı. Pazar gecesi sinema kuşağında ailecek film izlerken, bir öpüşme sahnesi gördüğümüzde utanan, yanakları kızaran, elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen bir nesildik biz. Bir erkek arkadaşımız olunca, sevgili değildi o zamanlar adı, merakla, heyecanla, tutkuyla saatlerce öpüşürdük. Hani şimdilerde ‘liseli aşıklar gibi saatlerce öpüştük’ deriz ya, o öpüşmelerden işte. Yanımızdan geçen iki arabanın sesiyle irkilip birbirimizden ayrıldık, koltuğun iki ucuna kaçtık. Sonra anlam veremediğimiz bir şekilde arabaların geri geri gelişini izledik. O birkaç saniyede arabadan tanıdık biri inerse, bizi görmüşse, ne derim diye telaşlanmaya başladım. Tam önümüzde durdular.

Beldenin yerlilerinden iki arabaya tıka basa doluşmuş insanlar arabalarından inip bizim arabayı çevirdi. Dağ yolunun ortasındaydık. Bağırsam sesimi duyacak kimse yoktu, korkuyordum. O iki araba dolusu insan açık camlardan içeri girip bizi dövmeye başladılar. Bir yumruk daha fazla atmak için neredeyse birbirlerini eziyorlardı. Bağırsam sesimi duyacak kimse yoktu, ben dudaklarımı ısırıp sesimi çıkaramadan içime ağlıyordum. Çok sıcak bir yazdı, üzerimize çullanmış insanların ter kokusu midemi bulandırıyordu. Cenin gibi arka koltuğun ortasında kıvılmıştım, beni korumaya çalışan erkek arkadaşım üzerime kapanmıştı. Onun kapatamadığı yerlerimden yakalayanlar etlerimi buruyordu. Neden bize bunu yapıyorlardı? Neyin hıncını bizden alıyorlardı? Onlar hiç öpüşmemiş miydi? Ne zaman bitecekti bu işkence? Ne kadar sürdüğünü hatırlamıyorum ama sonunda hırslarını alıp yanımızdan ayrılırken üstümüzün başımızın paramparça olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Biz sadece öpüşüyorduk ama o iki araba dolusu insan bize o öğleden sonra tecavüz etti.

Kuzenim ne zaman döndü, o halde nasıl dağdan indik, paramparça üstümüz başımız eve nasıl yürüdük, kime ne dedik içeri girerken, hafızamda hala kocaman bir boşluk. Kendimi arkadaki küçük odaya kilitledikten sonra kapıyı zorlayan kuzenimin sesini ve sonrasını hatırlıyorum. Birkaç dakika sonra, kendimi beşinci kattaki evin camından aşağı attım. O gün ölmediğim için bugün yaşıyorum. O gün ölmediğim için bugün yazıyorum.

Çok yakınınızdan birini kaybettiyseniz eğer bilirsiniz, ‘yetti artık’ dediğiniz anda gidecek bir yeriniz vardır: onların yanı. Gidip de dönen, dönüp de anlatan yoktu, benimse ne cennete ne de cehenneme inancım vardı ama camdan atlarsam, halı silkelerken balkondan düşüp ölen annem ve iki aylık hamile olduğu cinsiyeti bile belli olmayan kardeşimin yanına gideceğime inandım. İki saniye sürmüyor beşinci kattan aşağıya düşmek ve hayatın film şeridi gibi gözlerinin önünden de geçmiyor. Artık üniversite sınavına girip Istanbul’u kazanmak anlamsız oluyor. 18 yaşını doldurup, kimliğini göstere göstere bara gitme hayallerin şaçmalık oluyor. Yatağını istediğin zaman toplayacağın, duvarları kırmızıya boyayacağın, yıllarca izin verilmeyen kedini besleyeceğin kendi evini tutma planların manasız oluyor. Bugün bunları yazan Fulsen, on altı yaşındaki Fulsen’in karşısına çıksa ‘bak ne güzel bir kadın oldum’ dese, yine de ‘istemem kalsın’ dediğin andır o iki saniye. Nereye gittiğinin bilgisine haiz olmasan da her yer buradan daha iyidir dediğin andır o iki saniye.

Ölemedim. Beni hastaneye yetiştiren ambulanstaki görevliler geleceğim için ölüm ya da kısmi felç öngörmüş olsalar da ben vücudumda bir kırık bile olmadan iki gün sonra taburcu edildim. Herkese ‘Ben yaramaz bir çocuktum’ diye yalan söylediğim tüm dikiş izlerim o günden hatıradır, oysa ben hiçbir zaman yaramaz bir çocuk olmadım. Yalan söyledim hepinizden özür dilerim. Ama oyun oynarken kayalardan düştüğüm yalanına o kadar inanmıştım ki, on altı yaşımda intihar ettiğimi ben bile hatırlamıyordum.

Hastane yatağında ateş nöbetlerinde hezeyanlar geçirirken, saçlarımı okşayan kimse yoktu yanımda. Utanç nesnesiydim. Taburcu olup, on altı yaşında bir genç kız olarak camından atladığım eve, on altı yaşında bir ‘kadın’ olarak döndüm. Türkçede yaygın kullanım haliyle, ilk sevişme sonrasındaki kızlıktan kadınlığa geçiş değildi bu. O yıllarda evlenmemiş bir kadına, yanlışlıkla ‘kadın’ denilse, hemen utanılıp ‘kız’ diye düzeltilirdi. Babamın bakire olup olmadığım sorusuna iki gün boyunca cevap vermeyi reddettiğimde suratımda patlayan tokatla kadın oldum ben. Babaannemin bana itimadı tamdı. Ben hastaneden çıkmadan tüm beldeye yayılan dedikoduların önünü kesmek, namusumuzu kurtarmak ve kendi inancının ispatı için mahallenin ebesini çağırıp kızlık kontrolü yaptırmaya teşebbüs ettiğinde ben kadın oldum. Daha bir erkeğin mahrem yerlerine dokunmamışken, yeni yetme memelerimi daha kimse ellememişken kadın oldum. Babamın, dedemi arayıp ‘Gelip alın bunu’ dediği gün kadın oldum. Dedem gelip beni alana kadar evden değil, arkadaki küçük odadan bile çıkmam yasaklandığında kadın oldum ben.

Dedem geldi, beni evimize götürdü. Yolda açıklama yapacak oldum, susturdu. ‘Hiçbir şey sormayacağım sana. Yarın sabah bu otobüsten indiğimizde yeni bir sayfa açacağız ve baştan başlayacağız’ dedi. Biz de öyle yaptık. Konuşmazsak herkes unutacaktı çünkü, hiç yaşanmamış olacaktı. Yavaş yavaş silindi hafızalardan. Bugüne kadar aile içi sohbetlerde çok az da olsa intiharım anıldı da iki araba insanın beni linç ettiği neden hiç konuşulmadı? Herkes gerçekten unuttu mu? Hafızam böyle bir anı, on yıl boyunca benden bile nasıl sakladı? Bana bile nasıl unutturdu? Neden kimse o insanların karşısına çıkıp hesap sormadı da benim intiharım utanılacak, unutulacak bir hikaye oldu?

Ben mi? O günden sonra artık yaşamıyor olabilirdim. Yaşadım. Bir daha hiçbir adamı öpemeyebilirdim. Öptüm. Gecenin bir vakti boş bir sokaktan yalnız, hatta sevgilimle bile geçemeyebilirdim. Geçtim.  Torun oldum, yeğen oldum, abla oldum, iyi arkadaş, sağlam dost oldum, çok güzel bir şey oldum da bir türlü kadın olamadım. Kadın olduğum gün canım o kadar yandı ki kadın olmayı reddettim. Ben mi? İki üniversite mezunu eğitimli(!), kültürlü(!), çalışkan bir kadın(!) olarak, on altı yaşında sadece öpüştüğüm için darp edildiğimi, on altı yaşında intihar ettiğimi utanarak unutmuş bir kadın olarak aranızda dolaştım.

Bu akşam unuttuklarımı hatırlayarak, kadınlığımla barışıyorum. Bu satırları yazan parmaklarımın ucuna sürülü 321 numaralı ojenin kırmızısında kadınlığımı seviyorum. Sevgili Pizzacı, lütfen bana ücreti mukabilinde kalp şeklinde bir pizza getir. Hatta bir kadın tanıyorum, adı bende kalsın, her gece cinsel istismara uğrarken şu bu ne der diye yıllarca evliliğini sürdürmüş bir kadın; birazdan yönetim kurulu toplantısından çıkacaktır, onun için de bir tane getir. Bir genç kadın bilirim, ayrılmak istediği için sevgilisi tarafından hanesine tecavüz edilmiş, sokak ortasında şiddet uygulanmış, yatakta neler yaşadıklarını annesine anlatma tehdidinin altında ezilmiş, aylarca sesi çıkamamış; vizeleri var bu hafta, onun için de alayım. Ayrılmak istediği için kocası tarafından bunun bir hastalık olduğuna kanaat getirilmiş, tedavi adı altında yine kocası tarafından günlerce rehin alınmış bir kadın var, onun için de bir tane ekle. On yıldır tanıdığı ve kırk gündür kocası olan adamın falanca belediyenin vermiş olduğu yetkiye dayanarak boğazına yapıştığı bir kadın var, onun için de yap bir tane. Şimdi hepsini saydırma bana, benim bilmediklerimi de ekle. Sonuçta bizim günümüz değil mi, tüm gün çalıştık yorulduk, parası neyse verelim. Yeter ki kadınlığımız bizde kalsın. (Fulsen Türker)

10 Mart 2014 Pazartesi

"ortalama elli fotoğrafın birinde iyi çıkıyoruz. çoğunluğumuz burnumuzdan şikayetçiyiz. sorsalar en büyük aşkları yaşadık, küçük acılarla zaten işimiz olmaz. toplumsal reflekslerimiz harika, ülke bütünlüğünü zaten klavye ile sağlıyoruz. yaptığımız işten, sabah erken kalkmak zorunda olmaktan bıktık. baksan herkeste bir starbucks havası görüntüde, aslında dürüme bayılıyoruz. herkes din avukatı, siyaset uzmanı. kim kiminle sevişiyor facebook duvarında. ne diyelim, ben çay koydum, rakı içiyorum. siz ne bok yerseniz yiyin.."

17 Ocak 2014 Cuma

,,

haftalardır ertelediğimin artık son noktası... iyi ya da kötü
 -hayır düzeltiyorum, kötü ya da daha kötü, zor ya da daha da zor
- bir karar vermenin son saatleri yaşadığım... senden başka kimseye tahammülüm yok, düşünebildiğim en sakin yeri seçiyorum. sıcak akşamın hafif esintisinden bile korumalıyım o ara kendimi, şallara bürünüyorum. birer kadeh kırmızı şarap söylüyoruz... karşında oturamam, yanına kıvrılıyorum..
 -sadece önceki hayatımda değil, şimdi de bir kedi olduğumu iddia etmen doğrudur belki
-... konuyu açan olmak istemiyorum, susuyoruz... arada zoraki havadan sudan cümleler. zaman daralıyor, birimizden birimiz ele alıcak sazı... yine bana düşüyor; hayatımın çoğunluğunda olduğu gibi... 'ne yapacağız' gibi iki kelimelik, son derece sıradan, başka zamanlarda olsa bir o kadar da sıkıcı..
- bir soru cümlesi masanın ortasına düşüyor dudaklarımdan... birbirimizin yüzüne bile bakamıyoruz konuşurken bunu, ne tuhaf...
kesik, kırık dökük, acınası bir diyalog başlıyor aramızda...
en korktuğumdan kaçış kalmıyor, en korkak yol seçebildiğimiz... hayır düzeltiyorum yine; seçmek zorunda bırakıldığım, çaresizliğinden kıvrandığım, yapmaya mecbur bırakıldığım... belki hala kendimi teselli çabasında farkediyorum ki, benim halim daha bi kötü etmiş onu... birden donuyor duygularım... kasabın ve koyunun hikayesi aklıma bile gelmeden başka yerlere gidiyor aklım...
o sırada kadınla erkeğin farkına ayıyorum ilk kez bu kadar net... tabiatın dengesini çözmemden hemen sonra oluyor bu 
-dalga geçmeyin, gayet ciddiyim. sonrasında işin uzmanlarından tezlerimin doğruluğunu teyid ettirdim...
buz gibi içim... belki saçmasapan şeylerle kendimi oyalayıp, kısacık vakitte içimdeki en kıymetli şeyi söküp atarak yerine kocaman bir boşluk koyacaklara karşı uyuşturuyorum kendimi... bilmiyorum... sadece o an hiç bir şey hissedemiyorum...

19 Aralık 2013 Perşembe

istemek te güzel..

Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...

Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey...
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.

Öyle "yanına almak istediği üç şey" falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Kendini aldın mı,Herşeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.

Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.

Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız "kalk gidelim",
öbür yanımız "otur" diyor.

"Otur" diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira...
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu...
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz...
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.

"Sırtında yumurta küfesi olmak" diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.

Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.

Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif... Denk olsa.
Gün içinde mesela...
Küçücük gitmeler yapabilsek.

Ne mümkün.
Sabah 8, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma...
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun... İstemek de güzel.

2 Aralık 2013 Pazartesi

damaddraşı

damat traşının kaçak yapılanı makbuldür. yapılan sikindirik traş karşılığında ödenen meblağ nerdeyse zimbabwe'nin gayri safi milli hasılasına denk düşmektedir. 
efem; eğer kaptan mağara adamı gibi salaş bir halde değilseniz yapılan sıradan bir sakal traşı için bu kadar para vermeye değer mi? saç kesimi de faturaya dahil edilse bile değmez yani. kaldı ki saça da ekstra yapılan uygulama sadece damada "efendi adam" imajı kazandırabilmek amacıyla saçlarının bir büyükbaş hayvan tarafından itinayla yalanmış gibi durması için fazladan sürülen bir miktar şeftali kokulu jöle ve sıkılan iki fısfıstır. ha bir de damat izin verirse eğer biraz da kafaya sim atılır. tüm bu işlemlerden sonra berberin üste para vermesi gerekirken paraya en fazla ihtiyaç duyulduğu düğün arefesinde bu savurganlık niye? 
adetse, adeti batsın. eskidenmiş öyle köy meydanına sandalye atıp herkesin ortasında gerine gerine traş olmak, göstere göstere bahşiş vermek. zaten çiçekçisinden çalgıcısına, fotoğrafçısından, garsonuna kadar her önüne gelene bahşiş vermekten damadın ipi sökülmekte düğün haftası boyunca. güngörmüş bir kardeşiniz olarak benden size tavsiye gençler; siz siz olun damat traşınızı her zamanki berberinizde değil sizi tanımayan etmeyen, mümkünse başka bir semtte bulunan bir berber dükkanında olun. traşa da sakın damatlıkla falan gitmeyin. mümkünse pijamayla gidin. traş boyunca düğünden dernekten bahsetmek bir tarafa evlenenler hakkında bol bol atın-tutun. yalnız, hızınızı alamayıp evlencek çiftlere küfretmeyin. abartmayın yani. traşınızı olun, ardınıza bile bakmadan çıkın efendi efendi evinize dönün. daimi berberinize de bir müddet uğramayın. traşa gidince de parmağınızdaki yüzüğü farkedip "ne o oğlum, evlendin mi lan sen" derse de "abi kusura bakma, hanım filan memleketli. düğünü de orda yaptık, malum, senin işler de yoğun, haber veremedim zahmete girme diye" gibi bünyesinde çelişki barındırmayan son derece tutarlı bir açıklama yapın ki konunun berberiniz tarafından irdelenme ihtimali ortadan kalksın.

bu yazı da bu kadar işte sevgili canlar, bir sonraki yazımda da "ay başında bakkala yakalanmadan eve nasıl girersin" konusunu anlatacağım. görüşmek üzere.