21 Aralık 2012 Cuma

severek ayrıldık dedi biri ..



yok lan öyle bir şey. kim dedi size bunu, nasıl kandırdılar sizleri? kim attı gazozunuza ilacı ya da ilaç diye ne içirdiler size ya da nuri alço muydu aşık olduğunuz ya da aşık olduğunuzu zannettiğiniz kişi miydi nuri alço ya da vadaaaaaaa.

bir taraf sıkılmıştır, tiksinmiştir ilişkiden işte söyleyemezsiniz hatunun ağzı kokuyordur, adamın burnundan kulaklarından kıl çıkıyordur, hatunun koltuk altı hep ıslaktır amk ne bileyim adamın ter bezleri cerndeki nötron protonları gibi çalışıyor zırt bırt çarpışmaktan parfümle karışıp bok gibi kokuyordur, hatun iki yıldır kaşlarını bir türlü almayı beceremiyordur, öpüşürken bıyıkları batıyordur, adam burnunda sümüğü çıkarıp masanın altına sürüyordur hatun bunu görmüştür, hatunun göğüsleri arasında ibrahim tatlıses gibi kıl vardır, ne bileyim adam keldir bodurdur, hatun çok tıknaz birşeydir, dokunsan ağlar falan, dengesizdirler, hatun hep aynı iki üç kıyafetini giymekte ısrar eder, gariban olmadığını bilirsiniz, herif gider siyah gömlek gri kumaş pantolon altına kahverengi ayakkabı giyer hatta bembeyaz takım içine kırmızı gömlek giyer, altına kahverengi renk ayakkabı direk ayrılık nedeni direk. şimdi burdaki maddelerden sadece birini git manitaya söyle bakayım. o kokulu şey anında kapı önüne kor sizi. böyle zamanlarda bahaneler uydurulur ne bileyim ailemle ilgili sorunlarım var yok hayata karşı sorumluluklarım amnakodumun ne sorumluluk imfden borcu o aldı sanki, sonracıma aşık olamamak gibi sorunum var kafayı dinlemeliyim yok efendim bir süre rölantiye alalım tabii cnm motoru soğutmak lazım hatta koy götüne dipfirizi. dimi hacı haksız mıyım? haksızsam koy götüne gitsin. böyle zamanlarda iki tarafta çok sever!! ama bir seray sevmez.  işte böyle canlarım iki tarafında deliler gibi aşıkken bir anda belirli sebeplerden ayrılmalarına ve de o kokudan sıyrılma çabasına türk dili ve edebiyatında severek ayrılmak diyoruz. hatta şarkısı bile var dinlemeyin. türk sanat müziği diyolar bildiğin arabesk lan. neden yine bu kadar kastıysam hiç anlamıyorum kendimi..cuma lan bugün haydiriliilriliriliri yar haydirilirliliirl liri liri yaar.. hassasım


hayatı temize çekmek..


ilkokuldayken kompozisyon yazmayı pek severdim..öğretmenimin de teşviki ile yarışmalara katılırdım, severdim yani yazmayı.

bilgisayar yoktu o zamanlar, yani en azından bizim evde yoktu.o nedenle, sarı saman kağıdı üzerine önce birkaç tane taslak yazardım, kurşun kalemle.en son artık "tamamdır, en güzeli bu oldu, daha güzelini yazamam" dedikten sonra, o en güzel halini temize çekerdim. ben böyle böyle öğrendim temize çekmenin anlamını...karalama kağıdına yazılan en güzel hikayeyi, onun layık olduğu şekliyle yeniden yazmak, temize çekmek demektir diye biliyordum...


fakat hayatı temize çekmek az biraz farklı sanırım...zira, gerçek hayatında temize çekmek istediğin şey ya da şeyler, maalesef yazabildiğin en güzel hikayelerin olmuyor...


 bilakis, o ana kadar yazabildiğin hikayelerin en güzelini yazdığını sandığın anda, onca kötü anılarından sonra "tamam, oldu bu" dediğin bir hikayeyi yazmaya başladığın anda öyle bir yerinden kopuyor ki o çok özendiğin, pamuklarda sakladığın hikayen... ve meğer o en güzel hikaye sandığın sey, aslında bir var olup bir yok olan, sana çocukluğundan beri anlatılıp duran masal oluveriyor...


sonra, hadi bakalım, sil baştan temize çek hayatını... tabii başarabilirsen.

19 Aralık 2012 Çarşamba

uzun ömür sorunsalı


her belgeselcinin veya şöyle söyleyelim her gezi programcısının; yani, gezelim görelim, bol bol yiyelim tarzı program yapan insanların mesleğe giriş amacı bu sırlara vakıf olmak sanki.

misal:

"memleketimden sofra manzaraları" isimli programın yapım ekibi k.maraş'ın süllümpüsük köyüne gidiyor. orada yaşı 135 olan ve 7. evliliğini yapmış bir teyze buluyorlar. eleman hemen mikrofonu dayıyor:

- teyze, maşallah pek de sıhhatlisin (nasıl ölmedin lan hala?), neye borçlusun?
- düzenli seks yavrum. 
(asdasasdadas şaka lan, yurdum teyzesi, 3 padişah bilmem kaç cumhurbaşkanı görmüş, böyle konuşur mu?)

baştan alıyoruz.

- teyze, maşallah pek de sıhhatlisin, neye borçlusun?
- evladım bizim buraların çakıl taşı meşhurdur her sabah bir avuç yerim. akşamları da bekmez içen.

cevap her zaman yenilen, içilen bir şey oluyor -veya ben algıda seçici davrandım bilemiyorum- ek olarak bol temiz hava tabii ki. garip olan, herkesin aşırı yaşlılara ısrarla aynı soruyu soruyor oluşu. yaşlı da ağzına dayalı mikrofonun oluşturduğu suni zaruret atmosferinde daha önce hiç düşünmediği bu mevzuda bir şeyler söyleyiverme gereği duyuyor. aklına ilk gelen de beslenme alışkanlığı, 100 yıldır uyguladığı diyet. ulan anadolunun köyünde her sabah waffle, akşam üstü de truffle yiyecek hali yok, elinde çevresinde ne varsa onu yiyecek, onu söyleyecek.



dipçik gibin not;

televizyonda öyle gördüm ben hep..
küba'da çekim yapıyolar, 103 yaşındaki rène nine, ağzında bileğim kadar puroyla evinin önünü süpürüyor..
rize'de çekim yapıyolar; 107 yaşında idris dede ağzında sigarayla ceylan gibi sekerek köyünü tanıtıyor..

yani 100 fena değil bence, adam olana çok bile..




bi dipçik gibin not daa;

isviçreli oruspu çocuğu bilim adamları yüzünden bu milleti seks bağımlısı yapan sözde sırlar . neymiş efendim her gün düzenli seks uzun yaşatırmış insanı. ulan senin bu yalanın yüzünden memleket bir birini sikti geçirdi be hey dürzü!



amın oğlu esteban

18 Aralık 2012 Salı

çocukluğum..


sobanın içinde harlayan turuncu alevleri izlerken yanaklarını allar basan,
sobanın üzerinde kızartılan ekmeğin kokusunu içine çeken,

muhakkak birkaç kez elini yakmış,

balon ve toplarını sobaya değdirip patlatmış,

kendi küçüklüğünden olsa gerek, gözüne dev gibi görünen o kahverengi koca demir yığınından korkan

çocukluğum..

büyüdüğümde de farkına vardım ki, hiçbir ekmek kızartma makinesi, kalorifer peteği, tost makinesi ya da katalitik, sobanın yerini tutamadı..

annesinin değerini bilen çocukluğum.. 


sabah saat altı olur annem kalkar oğulları üşümesin, hasta olmasın diye beş kat aşağıya inip on kiloluk içi dolu odun kömür, metali buz gibi soğuk olan kovayı hiç şikayet etmeden yukarı her gün çıkartırdı. eve gelir soluk almadan sobayı yakmaya çalışır. Ben  o sırada yeni uyanmakta olurum ve o çapaklı gözlerimle annemi izlerdim. annemin suratı, üstü başı ve elleri kapkara içinde kalırdı. ama o hayatından memnun tek amacı sobayı bir an önce yakmak ve kahvaltıyı hazırlamaktı.


gece olup soba yavaş yavaş söndüğünde annem yine işbaşındaydı. ilk önce sobayı söndürür kapıları sıkıca kapatır  ki geceleyin soğuk olmasın. her gece hiç bıkmadan usanmadan yine uyarısını yapar '' oğlum bi koku alırsan hemen haber ver''. ama anne bunla kalmaz siz tuvalete kalkarsınız hemen telaşla yataktan fırlar ve yanınıza gelir bir şey oldu mu diye. 


Şimdi hatırlıyorum da anneme zamanında neler çektirmiş bu kör olası soba.

pahalı ekmek kızartma makinalarından olmadığı halde sabahları mis gibi kızarmış ekmeğe incir reçeli döşeyip yiyebilmiş şanslı  çocuklardandım aslında. sokakta bulduğu ayakkabıyı çaktırmadan sobaya atıp, hararetli yanmasının ardından ışıkları kapatarak borunun ne kadar kızardığına şahit olan, boruya takılan tellere asılan, atletini sabah sıcak sıcak giyip, gerçek anlamda ısınmanın tadını alabilen şanslı çocuklardandım..her şeyin tadı o zaman daha başkaydı..seni çok ama çok özledim çocukluğum..

mnskimha


beni bir senedir aynı yol üzerinde düzenli olarak çeviren insan.

+pardon size bişiy sorabilir miyim?

- buyrun.
+hastam var, hastaneye yatırdım. dönüş param yok. bi liranız v...
- amin amin. (şartlamışım kendimi)
+amin mi?
- hadi görüşürük.


canım sakız istediğine sokaktaki çocuktan, kağıt peçete lazım olduğunda merdivenlerdeki teyzeden alıyorum. kimbilir belki paralar nerelere gidiyor ama kendimce içimi rahatlatıyorum. böyle tipleri gördükçe de deli oluyorum. yahu hadi ben malım tanımıyorum seni. her defasında "buyrun" diyorum. avareyim amk. lan bari sen tanı beni. "he bi senedir bunun yolunu kesiyorum, ayıp olur" de. 

niye yalan atıyon göt. al eline iki bi şey sat. 


ırıspı çıcıklırı ya.




bu laf bana üzerinize alınmayın

17 Aralık 2012 Pazartesi

susmak..tüm öfkenle..


dünyanın en zor eylemi....
bence;
" insanın yüreğinde, buz dağının altında bir yanardağı olduğunu bilerek yaşamaktır.
konuşmaktan değil, belki de kendinden korkmaktır. çünkü konuşursa, yalnız karşısındakini değil, kendisini de buzla donduracak, ateşle yakacaktır.
içinde kasırgalar koparken nefes alışını bile değiştirmeyecek, tüm kavgasını içinde yapacaktır.
yüreğini tüketecek, dışarı belli etmeyecektir.
tehlikelidir de...
kolayca kavga etmediği için, dolum noktası asla algılanamaz. emniyet sübabı yoktur. öfkesini dışa hiç vurmadığı için, herşey içinde birikir.
onun ne denli dolduğu, nasıl taşacağı hiç bilinmez. ve taştığı zaman hiç beklenmedik bir anda, normalde ufacık görünen bir şeyde çeker gider. 
çeker gider ve bir daha kolay kolay dönmez.
kısacası sinirlenince susan insan, korkulması gereken insandır.
çünkü hayatı paylaşmaz, her şeyi kendi içinde yaşar..





Bazen susmak gerekiyormuş

Bazen bomboş bakmak gerekiyormuş hayatın yalanlar...ına.
Anlamaya çalışmak saçmalık!
Anlamadan yaşamak gerekiyormuş
Ama bazen unutmak gerekiyormuş, unutulma pahasına
Zaman değilmiş gideni getiren
Aslında zamanmış var olanı götüren

bokaboka

keşke sinirlenince kakamız gelse ve acilen tuvalete gitmek zorunda kalsak. tuvalette daha iyi çalışıyor ya türk'ün aklı, belki sinirimiz geçer, içimizden 10'a kadar saymayı akıl ederiz oradayken. belki 100'e kadar gider bu duruma göre. sinirlenilen ortama dönünce de bir rahat bir rahat... şimdi yazarken düşünüyorum da;  ne sinirliyim ne de tuvalette, ya karşımızdaki de sinirliyse ve onun da kakası gelirse. hatta ortamda 2'den fazla sinirli insan ve tek bir tuvalet varsa! bombok olur ortam. en iyisi sadece benim sinirlenince kakam gelsin..olağan tazeliğinde..

13 Aralık 2012 Perşembe

hayatın merkezine konulan insanın kaybolmasıeee



gerçekten her seferinde kalbimin derinliklerinde oluşan bir yara bu. ama benim için değil, çok sevdiğim dostlarımı görüyorum, hayatların tee ortasına bir kadın'ı koyuyorlar, kadını mutlu ediyorlar, ediyorlar ondan sonra kadın çekip gidiyor, arkasına bile bakmıyor. insan soğuyor yahu. bir ortamda buluştuğun en sevdiğin dostun yanında durmadan hatunlar değişiyor. bu daha güzel olacak diyor, 2 ay sonra o kadın ortalıkta yok.
kaybolmayın lan arkadaşlarımın hayatından anında. ondan sonra kezban deyince biz suçlu oluyoruz. yazık gerçekten. pis mezarcılar sizi.



kırık güverteli sandallar gibi..


“ babana bile güvenme!”. olur. güvenmeyelim, anamıza, babamıza, eşimize, dostumuza, kimseye güvenmeyelim… zaten tecrübeyle sabittir, kaç kez denemiş, kaç kez güvenmiş, kaç kez yanılmışızdır. güvendiğimiz dağlar hep kar altında kalmış, hatta tipi, boran olmuş kaç kez yaşamımızda. türü ne olursa olsun bir ilişkinin temelinde, inanç ve güven duymak vardır. diğer türlüsü ilişki değil, ilişmek tir olsa olsa. zaten güvenle ilgili yaralarımızı da o ilişiktekilerden değil, dokunabilecek kadar yakınımızdakilerden alırız. 

belki de bilmediğimiz, düşünemediğimiz bir şeyler var bu inciniş ve isyan edişlerde! gerçekten bizi yanıltan karşımızdaki mi, yoksa kendimiz miyiz? dahası, dizginleri tutulamayan yaşam mı? karşımızdaki insanı, sınırlarını, yapabilirliklerini ve olmazlarını ne kadar doğru algıladık acaba? beynimizde oluşan imge gerçeğe ne kadar yakındı, ne kadarı gerçekten o insana dairdi, ne kadarını kendimiz yarattık?
aslolan yaşamdır! deriz, deriz de yaşadıkça öğreneceğimizi yine de unuturuz, kendimize de, ilişki içinde olduğumuz insanlara da ait bir çok şeyi bildiğimiz sanısına kapılırız. oysa daha önce hiç geçmemiş olduğumuz bir yol varsa, o yolu da, yolda nasıl yürüyeceğimizi de bilmek olanaksızdır. yaşam sınar bizi, öğretir. bir bakarsınız asla yapmayacağınızı düşündüğünüz bir şeyi yapmışsınız, yapabileceğinizi sandığınızı ise yapamamışsınız. insanın kendine ve diğerlerine dair öğrenmelerinde hep zorun etkisi gereklidir. düz yolda doğru yürümek kolaydır, herkesin yapacağı iştir. sapmadığımız yollar için söyleyecek sözümüzün olmadığını, yada olan sözün de kehaneti doğrulamayacağını bilmemiz gerekir.
düş kırıklığının ve güvenin sarsılmasının temelinde beklenti vardır, beklediğini bulamamak yani. beklemek çoğunlukla insanın kendisiyle ilgilidir, karşımızdakiyle çok da doğrudan ilişkisi olmayabilir. ihtiyacımızdır bizi beklentiye sokan, karşılayacağını düşündüğümüz insanla ilişki içine girmemizi sağlayan da temelde ihtiyaçtır aslında. beklenti içine girmemek sağlıklı bir davranış ve incinmelere karşı bir kalkan gibi görünse de, insanız ne yazık, her şeye karşın hala insanız ve insan olmaktan başka bir şey elimizden gelmez! bekleriz…
bir ilişki içinde olmanın kaçınılmazlarına uzak kalamayacağız. yine seveceğiz, yine güveneceğiz, yine bekleyeceğiz, ağlayacak, güleceğiz… bir tür hastalıklı yalıtım yoksa ortada, bu oyun böyle sürecek.ta ki, nerede kendimizin yanıldığı, nerede karşımızdakinin bizi yanılttığı konusunda daha açık bir görü kazanana dek. 
yaşadığımız sürece insana gereksinim duyacağız, bizi ancak kendimiz kadar yanıltabilecek, incitebilecek türdeşimize yani!

üzerine...


          sokak kedilerine bakın örneğin. hepsi kaçar sizden. mama vermek istersiniz, yine de kaçar. çünkü o sokakta her gün onlarcasından dayak yemiştir o kediler. sen mama vermek istesen de sana güvenmez artık. ama evindeki kedi artık seni tanır bilir, bir nebze de olsa güvenir, o yüzden çağırdığında koşa koşa yanına gelir. fakat ters bir hareket yaptığında o da kendini güvenceye alır kendi çapında, sana güvenmez bazı durumlarda. ama sokak kedileri hiç kimseye hiçbir zaman güvenmez. artık bütün limitleri tükenmiştir onların.
        insanlarda da böyle. bazı insanlar hayat senaryoları gereği daha sakin bir hayat yaşarken, bazıları da daha sancılı hayatlar yaşıyor, daha çok tekme yiyor, düşe kalka hayatı öğreniyor. yeri geliyor sevgilisinden, yeri geliyor arkadaşından, yeri geliyor anne babasından birer tekme yiyerek büyüyor. hal böyle olunca kimseye güvenemiyor bu insan. istemez mi güveneceği birileri olsun? hem de çok ister. fakat onun hayat senaryosunda yoktur bu güvenilebilecek kimseler. evindeki kedisine bile daha çok güvenir annesine, babasına, arkadaşlarına güvendiğinden. hayat işte...

11 Aralık 2012 Salı

kelimeler olmadan

56 chevrolet..hayalimdeki gibi..

eski bir araba duruyor önümde. 56 chevrolet 

kapı içeriden açılıyor. hiç bir yere gidesim yok, durasım da. 

biniyorum. meşin ve deri koltuk kucaklıyor beni. ince ve geniş bir direksiyon simidi, direksiyondan viteste bir el. 
gazlıyoruz. 

sarı bir toz bulutu kalsın istiyorum arkamızda, hayır hala caddedeyiz. insan ve araba kalabalığını yara yara çıkıyoruz şehirden. 

iki yanı ağaçlı bir yola giriyoruz. ana rahmine döner gibi. 

radyonun tuşuna dokunuyor. 
bir ezgi başlıyor, içime doğru dalgalanan bir ses, dolana dolana, döne dolaşa.

sin palabras diyor. 

tek kelime ispanyolca bilmiyorum. 

ağaç yolda asfalt bitiyor. şimdi başlıyor ardımızda sarı toz/duman. uçurtmayız, kuyruğumuz tozdan. 

sesimiz çıkmıyor, sesimizi yutmuş gibiyiz, bir daha bir daha bir daha çalıyor. başımı göğsüne koymuşum meşin koltuğun. dizim ön konsolda, elimde sigara. bana baktığını biliyorum, beni gördüğünü de biliyorum. senin sesini de ben susuyorum. 

halbuki aylar önce giderken sen susuyordun beni. bir şey söylemediğin gibi, bana da söyletmemiştin. yut-kun-muştuk birlikte. 

şimdi yeni bir kapının önünde / sin palabras / birlikte. 

- radyolarını yeni açanlar için radio tarifadan gelsin, sin palabras, kelimeler olmadan...

7 Aralık 2012 Cuma

bugün cuma


yalnızlığa alışan ve gitgide onsuz yapamayan bünyelerde; dışarıya çıkmanın, sosyal ilişkiler kurmanın ne kadar yorucu olduğunun farkına varıldığı zaman dilimi.

cuma öğleden sonraları, ilköğretim kısmında istiklal marşının bitişiyle başlayan kutsal zamanlardı. dünya, önlüğünün yakasını çıkarıp topun peşinde koşan bir çocuğun peşinden döner dururdu. hafta içi kirlenmekten bok gibi olmuş önlük, cuma günleri resmen kahverengiye kaçardı tozdan. mutluluk yamuk olmayan bir plastik topun peşinden, yorulmadan saatlerce koşmaktaydı.


lisede cuma öğleden sonraları, jordan'ın atış sonrası bileği havada tutma eylemini taklit etmeye çalışarak geçerdi. akşamları da evden alınan kısıtlı bütçeyle internet kafeye gidip saatlerce play station oynamaktı. half life diye bir oyun yeni çıktığından, en büyük eğlencemiz birbirimizi öldürmek olmaya başlamıştı. sinsiler, sniper tüfeğiyle bir köşeye geçip herkesi beyninden vurmaya devam ederken, delişmen sınıfı elinde pompalıyla manyak gibi zıplayarak koşardı. bazukayı piknik tüpü taşır gibi her yere götürenler, o siktiğimin nükleer bombasını çalıştırıp herkesi bir anda öldüren çakallar, lazer tuzağı kurup avını bekleyen gencolar, her şey çok güzeldi be. internet kafeye tüm parayı vermek çok büyük bir sorun değildi. çünkü cuma günleri dünyanın en güzel zamanıydı, sabah dersleri bir başka güzel başlar, hele öğleden sonra beden varsa insan mutluluktan yere basmayı unutur, akşama kadar top oynar, eve gelir yemeğini yedikten sonra da dışarı çıkardı. gece, internet kafesinde yeni bir dünyaya saatlik ücret ödeyerek adım atar, eve geldikten sonra da kanal d'de yayınlanacak nba maçı için saatini kurardı. devre arasında şifreli cine 5'i gözlerini kısarak çözmeye çalışan bir nesil olduğumuzdan, uzağı görenlerimiz fazla kalmadı. yoldaki tabelaları tüm iyi niyetime rağmen okuyamıyorum. monitör uzaklığından fazla olan yazılar, karınca duası gibi geliyor.


bir güne çok şey sığmıyor artık, cuma günleri eski kutsallığını kaybedeli yıllar oluyor. içmek için cumayı beklediğim üniversitenin ilk yılları geride silik birer fotoğraf gibi. cuma günleri bitmesini beklediğim derslerim yok. öğleden sonra eşofmanlarımızı giyip şimşek gibi okulun bahçesine inmek de yok. futbol oynamak için, 12 kişinin organize olması gerekiyor etrafı telle çevrilen halı sahalarda. internet kafelere gidip parayla internete girmenin, pompalıyla ortalarda koşmanın zamanı da geçti. oyundan sonra, malum el hareketiyle nasıl koydum çocuğu yapıp karşı tarafı kızdırmak da yok. artık insan yok ulan çevremde, cuma akşamı 22 inç monitörümün yanında dizilen bira şişelerimle, bana devrim şarkıları söyleyen winampımla herhangi bir akşam gibi gelip geçiyor işte. hayranlıkla baktığım bilgisayar oyunları ve evde olup sınırsız oyun oynamak için delirdiğim bilgisayarlar artık sadece bir saat sonra sıkıldığım metalar halini aldı. 


futbol oynamak için okula, oyun oynamak için internet kafeye, içmek için bostanlı sahiline, müzik dinlemek için kulağımda walkmene ihtiyacım kalmadı artık. her bir şeyimi bilgisayarımın karşısında yapabiliyorum. futbolumu oynayıp biramı sözlük karşısında içerken, onbinlerce şarkı arasından kolaylıkla şarkılarımı dinleyebiliyorum. cuma akşamları vizyona giren filmlerin heyecanı da kalmadı artık. sevdiğim filmler kayıtlı, en güzel sahnelerini açıp izliyorum. hepsinin izleyemiyorum artık can sıkıntısından. tamamlayamıyorum filmleri, yarıda bırakıyorum kitapları. arkadaşlarımla görüşmek ve kısırdöngü gibi her seferinde aynı şeyleri yapmak istemiyorum. yeni bir şeyler aramak için dışarıya çıkmak yerine, rastgele siteler açıyorum. msn'de çevrimdışı olarak aylarca yaşayabiliyorum. 


lisedeyken hayvan gibi hayal kurardım, o da yok artık. ne bir pişmanlık ne de bir çaba. sikik bir akvaryuma koyulmuş lepistes gibiyim. tüm gün boş gözlerle etrafıma bakıyorum. ne aşırı sevinç var ne de üzüntü. sektirmeden aldığım mizah dergilerimi okurken keyif alıyorum ama yüzüm gülmeye çalışmıyor. fransızca bilmeden le figaro okuyormuşum gibi, vasat bir türk genci olarak beyzbol filmi izliyormuşum gibi. anlamıyorum ve işin kötüsü anlamaya da çalışmıyorum.


ilkokulu, ortaokulu, ağaçta yaptığımız avcı kulübesini, karatepe'den aşağı frensiz pinokyo bisikletle inişimi, öğretmenlerimi, birinci sınıftaki okul çantamı, babamla yaptığım yaldızlı uçurtmayı, kardeşimle yaptığım kavgaları hatırlıyorum ama geçen ay ne yaptığımı bilmiyorum. 28 yaşındayım ve son 5 senedir ne yaptığını anlat deseler, en fazla bir günlük z raporu çıkarabilirim. zaman hızlı geçiyor, her gün sadece tek bir şey yaparak bitiyor. 


bir on sene sonra bugünlerimi özlemle ancak sikko bir adam olacağımı da biliyorum, geleceği görebiliyorum ama şimdiyi hatırlamıyorum. 20 sene sonra keşke 28 yaşımda olsam da dünyayı yerinden oynatsam diyeceğime de eminim. ama kıçımı koltuktan kaldırmıyorum. dünya her gün yerinden oynuyor zaten, benim yeni bir şeyler vermemin mümkünü yok. bildiklerim, başkalarının öğrettikleriyle sınırlı. ne biliyorsam, bir önceki nesiller yazmış oluyor. yeni bir şeyler girmek yerine, her entrymde anı anlatıyorum. halit kıvanç'a dönüşeceğim 3 vakte kadar.


yalnızlığım bilinçli bir tercih olsa da, beden eğitimi dersinde hocanın serbestsiniz dedikten sonra topa yüz kişiyle saldırmayı özledim lan. evimiz hollywood'da izlerken, üniversitede ben de böyle olacağım deyip beyni az gelişmiş ergen gibi hayal kurmayı, azıcık paramı internet kafeye yatırmayı, cuma günlerini ve eğlenceli akşamlarını özledim.

4 Aralık 2012 Salı

çay koyiçek

ne da vinci'nin şifresini,ne mona lisa'nın gülüşünün anlamını,ne piramitleri aslında kimin yaptığını,ne lost'un nasıl bittiğini, hiçbirini merak etmedim memleketimin güzel teyzelerinin,profesör olacak annelerin hava durumunu nasıl bilebildiğini merak ettiğim kadar... teyze olmuş adeta makinalı tüfek ceza gibi konuşan spiker,otomatiğe bağlamış ağzı ondan bağımsız hareket ediyor ''yağmıyo ki yağmıyo mübarek yağsa rahatlıcak ama yağmıyo sonra böyle sovuk oluyo kuru ayaz oluyo gurban olduğum yağmayacaksa da gürlese bari amman gızım sıkı giyin bak bu aralar çok rüzgar olacak fırtına gelecek tüy siklet bişeysin ölür gidersin mazallah haftaya hafiften ısınır gibi olcak ama aldanma gızım sonra yağmur kar başlıcak en tehlikeli hava...'' tülbentini sevdiğim gel bi çay koyalim motorun soğusun

27 Eylül 2012 Perşembe

gitti


hiç kimseye prensesim diyemedim şimdiye kadar. kimin için heveslensem başıma yıktılar ülkemi.

aşkım da diyemedim ağız tadıyla hiç kimseye,  tek sefer dışında. o, tam gidiyordu o sıra.

"gitme" dedim yalvararak.

"gitme aşkım"

gitti

söylenemeyens


bazen düşünüyorum da hayatım boyunca söylemeyip de vazgeçtiğim şeyleri söyleseydim ne değişirdi acaba?hayatın akışında ne kadar farklılıklarla karşılaşırdım?yoksa kader dediğimiz şey o anda yaptığımız anlık,küçük tercih midir?
münkesif bir kalbin iç burkan aciziyetini kimselere söyleyememek de başka bir acı veriyor insana.oysa karşıma çıkan her insana ilk olarak ve sadece bundan söz etmek istiyorum.